Hamsisi, kuymağı, dereleri, çayluğu, ekmeği, şivesi, manastırı, gölü, köftesi, fıkrası derken baktım ki hakikaten bize her yer Trabzon’muş. Eğer Trabzon gezisi yapmayı düşünüyorsanız gezinizi bir, iki güne sığdırmayın derim. Trabzon büyük bir şehir. Gezmek için en az 4 gün lazım. Buna bir de yemekler eklenince 4 gün anca yeterli oluyor.
Trabzon’da olduğunuzu unutmayın, burada her an bir fıkranın konusu siz olabilirsiniz: Trabzon’a adım atar atmaz bir esnaf lokantasına gittim. Orada bulunan bir kadının lokantada çalışan işçiye ‘neden muhlama yapıyorsunuz?‘ sorusuna ‘neden yapmayalum?’ cevabını duyduğum andan itibaren sesimi çıkarmamam gerektiğini anlamış bulundum. Çünkü Trabzon fıkrasının temelini insan oluşturuyor. Bir sonraki fıkranın Temel’i ya da Fadime’sinin siz olmayacağının garantisi yok yani.
Havaya güven olmayacağını, şehir merkezlerinin sıcak ve nemli; yaylaların serin ve yağışlı olduğunu bilerek yola çıkın: Karadeniz iki kısımdan oluşuyor. Aşağı taraflar, yukarı taraflar. Aşağı taraflar şehir merkezleri, köy içleri, sahil şeridi. Buralarda hava çok nemli ve sıcak, özellikle yazın gitmenizi tavsiye etmiyorum. Yaylalara ayak bastığınız andan itibaren hava bir anda değişiyor. Güneş gidiyor. Bulutlar her yanı kaplıyor. Ve çoğunlukla yağmur yağıyor. Bu yüzden Karadeniz gezilerinde, yazın dahi her zaman yanınızda ince bir yağmurluk ve yağışlı havaya uygun ayakkabı bulundurun.
Tarihi mekanlar: Trabzon’da görülmesi gereken çok önemli birkaç tarihi yapı var. Bu yapılara giriş bazen ücretli oluyor. Müze kart ya da Maksimum Kart’ınınız varsa turnikelerden kolayca geçiş yapıyorsunuz. Ama bilet alacaksanız özellikle de turlarla denk geldiğiniz vakitlerde biraz sıra bekleyebilirsiniz.
a) Tarihi Ayasofya Müzesi:
Mimarisinden de anlaşılacağı üzere burası aslen bir kilise. I. Manuel Komneos zamanında inşa edilmiş ve Fatih Sultan Mehmet zamanında camiye dönüştürülmüş. 2013 yılına kadar müze olarak kullanılmış ve daha sonra ibadete açılarak tekrar cami olmuş. Hem Hristiyan hem de Selçuklu mimarisi örnekleri görülen caminin en önemli kısmı güney cephesi. Burada Adem ile Havva’nın yaratılışının anlatıldığı bir kabartma bulunmakta. İşçilik bakımından çok değerli bir yere sahip Ayasofya. Güney cephesi gibi ana kubbe de çok önemli. Kubbede İsa’nın tanrısal yönü resmedilmiş. Pencere aralarında ise on iki havari bulunuyor.
Eğer yanınızda bir rehber, sanat tarihçi ya da çok meraklı biri yoksa ve siz çok da kilise gezmemişseniz gördüğünüz motiflerde bulunan insanların hepsinin başında hare olduğunu görürsünüz ve bu yüzden hangisinin İsa olduğunu anlamakta zorluk çekebilirsiniz. Fresklerde, motiflerde İsa’yı tanımanın tek yolu şudur: İsa’nın başındaki harenin içinde daima haç bulunur.
Trabzon Ayasofya Müzesi, Ayasofya Mahallesi’nde. Ve aklımda kaldığı kadarıyla buraya giriş ücreti alınmıyor.
b) Atatürk Köşkü: Muhtemelen Trabzon’un en güzel yerlerinden biri burası. Çam korularının arasına gizlenmiş binayı ve bir de terasındaki manzarayı görünce insan gerçekten bazen hayret ediyor. Öyle muhteşem de bir bahçesi var ki, Atatürk’ün burada çay içtiğini hayal etmek bir anda beliriveriyor zihinde.
Atatürk Köşkü’nün tarihe tanıklık eden iki olayı var: Biri Dersim isyanı, diğeri de Atatürk’ün vasiyeti. İsyan bastırma çalışmalarını ve vasiyetini bu köşkte hazırlayan Atatürk, tüm mal varlığını Türk ulusuna bu köşkte bırakmıştır.
Köşke gitmek isterseniz, Atatürk Meydanı’ndan her yarım saatte bir servis kalkıyordu. Tabii gittiğiniz döneme göre servis saatleri değişiklik gösterebilir. Köşk saat 19.00’da kapanıyor. Haftanın 7 günü açık. Köşkün yanında hediyelik eşyalar satan bir dükkan var. Fiyatları merkeze göre daha uygun. Hemen yanında da bir çay bahçesi bulunuyor. Dinlenmek isteyenler için akılda bulunsun.
c) Sümela Manastırı: Manastır lafını tam manasıyla hak eden, manastır gibi manastır. Bana deseler ki git bir manastır yap, kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olsun. Ben de muhtemelen Sümela’yı buraya yapardım.
Sümela Manastır’ı konum olarak Maçka’da. Maçka Coşandere tesisleri önünden manastıra minibüsler kalkıyor. Eskiden minibüs yolu da yokmuş burada. Yürüyerek çıkılıyormuş. Minibüsle bile 10 dakika kadar daracık ve keskin virajlı yollardan çıktık, nasıl olur da bu insanlar yürümüş bu yolları anlayamadım. Muhtemelen giden dönmüyor, burası öyle bir manastır. Gerçi minibüs de sizi bir yere kadar bırakıyor. Sonra yine yürümeniz gerekli. Ağaçlı, dar ve engebeli bir yoldan yürüyerek ulaşıyorsunuz Sümela’ya.
Manastırın orijinal adı Panagia Sumela. Buradan da anlıyoruz ki burası bir Rum Ortodoks manastırı ve kilisesi. Sümela Manastır’ı daha çok Meryem Ana şeklinde adlandırılıyor. Manastırın ilk adı olan ‘Sümela’nın’, Grekçe karanlık ve siyah anlamına gelen ‘Melas’ kelimesinden geldiği söylenir. Tabii bir de Meryem’in çoğunlukla yüzünün kara resmedilmesi de buraya Sümela adının verilme sebebi olabilir. Manastır, içinde resmedilen olaylar sebebiyle önemli bir yerde. Hz. Adem’in dünyaya gönderilmesinin anlatıldığı kısım çok etkileyici.
Manastır, dünya üzerinde sizi etkileyebilecek nadir yerlerden biri. Burada gerçek anlamda boyut değiştiriyorsunuz. Bu kadar önemli bir mirasın korunamamış olması da bizim ayıbımız. Her yerinde yazılar yazan manastırın freskleri artık ‘Ali, Ayşe’yi seviyor’ modunda. Manastırı görmeye gittiğinizde şanslıysanız hava yağmurlu ve bulutlu olur. Evet, burayı güneşli ve aydınlık bir havada değil, yağmurlu ve bulutlu bir havada görmelisiniz. Eğer yanınıza yağmurluk almadıysanız manastıra çıkarken bineceğiniz minibüslerin orada yağmurluklar satılıyor.
Sümela Manastır’ına giriş ücretli. Maksimum ya da Müze Kart’ınız varsa gişelerden beklemeden geçiyorsunuz. Normal girişler ise 15 TL.
Uzungöl’ü görün, buradan yaylalara çıkın, oksijenle kafayı bulun, yeşile doyun, huzur bulun: Uzungöl, Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı bir belde. Trabzon denilince akla gelen ilk isimlerden biri. Uzungöl’ün doğası ve tepeden bakıldığında görüldüğü manzarası ile gerçek bir doğa harikası olduğu kanaatindeydim. Fakat Uzungöl’e yakından bakınca biraz hayal kırıklığına uğradım.
Göl çok kirli. Etrafı haddinden fazla betonerme. Ahşap oteller çok var ama genel olarak çok çok otel var. Şöyle doğayla iç içe kalayım, kafa dinleyeyim derseniz araba gürültüsünden bu mümkün olmayacaktır. Havası çok kirli. Otellerin, restoranların yemek ve soba kokusu birbirine karışmış durumda. Turlarla ve özellikle Arap turistlerle dolup taşan Uzungöl’de yemek fiyatları da çok uçuk. Üstelik lezzet konusunda da oldukça zayıf.
Yine de Trabzon’a gittiyseniz Uzungöl’ü görmeden dönmeyiniz. İnsanoğlunun bencilliğini bir göle yüklemek haksızlık olur. Biz bu kadar doğa düşmanı olmasaydık Uzungöl çok daha güzel bir yer olabilirdi. Çünkü o hala bize karşı direniyor.
Uzungöl’den yukarılara, yaylalara çıkmak çok kolay. Buraya kadar gelmişken bir, iki yayla görmeden dönmeyin. Sularıyla Uzungöl’ü doğuran Haldizen Yaylası (Demirkapı), dünyanın sonu denilen Garester Yaylası, Şekersu Yaylası, Traşkapanı Yaylası, Balık ve Aygır Gölleri, Veli Yaylası, Büyük Yayla, Multat Yaylası, Lustra Yaylası, Tabanoz Yaylası ve Derindere Yaylası Uzungöl’deyken görülebilecek yaylalar arasında. Benim rotam Haldizen’e doğru gerçekleşecek.
a) Haldizen (Demirkapı) Yaylası: Burası Uzungöl’ün gerçek anlamda varlık sebebi. 3 bin 376 metre yüksekliğindeki Demirkapı ve 3 bin 193 metreye çıkan Karakaya Dağları’nın doruklarında yedi buzul gölü yer alıyor. Eriyen buzul suları önce Haldizen Deresi’ne daha sonra da bir heyelan gölü olan Uzungöl’e akıyor ve böylece meşhur Uzungöl meydana geliyor.
Demirkapı, karların başladığı noktada yer alıyor. Bu yüzden burada güneş yüzü görmek çok zor. Hava her zaman kapalı. Bulutlar tam kafanızın üstünde. Herkesin görmesi gerektiğine inandığım Demirkapı’da bir de muhteşem bir çay evi var: Selo Çay Evi.
Çayın 1 lira olduğu, taze patateslerin kuzinede kıvama geldiği ve bulutlara uzanan bir balkona sahip olan Selo Çay Evi, Demirkapı Yaylası’nın göz bebeği. Burası hem Selo Abi’nin evi hem de çayhanesi. İçeride bir oda ve balkon var. Odanın tam ortasında bakır çaydanlıklar ve kuzine bulunuyor. Selo Abi boyuna çay demleyip dolduruyor. Misafirler çayını aldığı gibi ya içerideki şiltelere ya da terasa geçiyor. Ben de öyle yaptım. Ve karşımdaki manzara tam da şöyleydi:
Haldizen’e gitmek isterseniz Uzungöl’den kalkan minibüslere bineceksiniz. Yaklaşık 10 dakika sonra yayladasınız. Burada sizi tanrı misafiri olarak kabul edecek halk dışında konaklama seçeneği bulunmuyor. Kamp alanı için de çok uygun olduğu söylenemez. Günübirlik görmeniz de yeterli gelecektir. Yayla havası alın, temiz havada yürüyün, bulutlarla arkadaş olun, çay için, köylünün yollarda açtıkları tezgahlara uğrayın, bir şey almasanız da muhabbet edip lazcayı yaşayın:)
Çayluklara girin, çay fabrikalarını ziyaret edin, bir çayın soframızı nasıl geldiğini yaşayarak öğrenin: Türk milletinin resmi içeceği çay, hayatımızda her gün yer alır ve fakat kadir kıymet konusunda hep en sonlardadır. Çünkü çay kendini övmeyi ve pazarlamayı çok sevmez. Bu yüzden Karadeniz’den bir çay fabrikası ya da çayluk görmeden dönmeyin derim.
Çay fabrikaları genelde Of, Sürmene yolu üzerinde bulunuyor. Fabrikalar şehir merkezlerinden uzak. Önünden geçen toplu taşıma aracı görmedim. Bu yüzden arabaya ihtiyacınız olacak. Benim uğradığım Sölen Çay Fabrikası’nda çay nasıl toplanır, nasıl işlenir, harmanlaması nasıldır, çay makineleri ne yapar gibi bir sürü sorulara cevap buldum. Çaya meraklıysanız ve sizin de kafanızda deli sorular varsa buyurun tiryakisi için çay sitesi.
Fabrikalardan uygun fiyata çay alabilirsiniz. Uygun diyorum çünkü ilginç olarak Karadeniz’de çay pahalı. Özellikle hediyelik satış noktalarında turistik düşünce akımı baş gösteriyor. Çayluk gezmelerinizi mayıs-haziran-temmuz gibi yapmanızı öneririm. Fabrika gezerken de kendinize bir mayıs çayı alın derim.
Trabzon yemeklerine gömülün ama abartmayın: Trabzon yemek konusunda gözünüzün döneceği bir yer. Kuymak, hamsili pilav, kaygana, akçaabat köfte, turşu kavurma, mısır sarması, kara lahana, mısır ekmeği, laz böreği ve dahası. Bünye alışık değilse yemeklerde sıkıntı çekersiniz. O yüzden her şeyin tadına bakmak adına azar azar yiyin, tadını çıkartın.
a) Kuymak: Buralarda muhlama ve kuymak arasındaki muhabbet sirke ile limon arasındaki muhabbet gibi. Sonuçta arada çok fark yok. Ya da var. Ama anladığım kadarıyla Trabzon’da kuymak denilen Rize ve ötesinde muhlama adını alıyor. Kuymak, muhlamaya göre daha katı kıvamda. Yöreye göre içine sadece kaymak koyan var (Artvin), tereyağı koyan var (Trabzon); kimi zaman peynir de değişkenlik gösteriyor. Ben kuymak yedim aşağıdaki gibi. Uzungöl’de yediğim kuymak çok başarılı değildi ne yazık ki.
b) Kaygana: Kendisine bir tür omlet diyebiliriz. Kalınlığı omlete göre daha ince. Yine omletle kıyaslarsak daha yağlı. İçine hamsi konulur diyen var ama böyle yapanı Trabzon’da görmedim. Benim yediğim omlete benzer olan türdeydi ve içine maydanoz konulmuştu. Bir tür babaanne krebi ya da akıtması işte.
c) Fındıklı baklava: Baklava cevizli olur ya da antep fıstıklı olur. Tercihen fıstıklı baklava yesem de fındıklı baklava inanılmaz güzel bir şeymiş. Karadeniz gezinizde fındıklı baklava yemenizi öneririm.
Trabzon’a özgü hediyelik eşyalar alın, hatıralar güzeldir: Sürmene çakısı ya da bıçağı, Trabzon yazması, telkari, kemençe; çay ve beton helva Trabzon’dan elim boş mu gelicem derdine son, Trabzon’dan ne alsam sorularının yanıtıdır. Eğer hali hazırda Trabzon’a gitmemişseniz size her yer Trabzon olsun dileklerimle buralara uğrayın derim.
Karadeniz çok başka bir yer gerçekten. Bu yüzden her sene bir kere gitsek ne güzel olur.
Karadeniz gezileriniz hep olsun. Çok gezin. Çok görün. İyi gezmeler.
No Comments